Cumhuriyete giden süreç incelendiğinde şüphesiz en önemli adım Ankara’da milleti temsil etmek üzere toplanan bir meclisin açılmış olmasıdır. Bugün 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı olarak kutladığımız bu tarihi olay çocuklara adanmış bir bayram olarak görülse de asıl üzerinde durmamız gereken olgu ‘’ULUSAL EGEMENLİK’’ olgusudur. Bu, kısaca anlatılabilecek bir konu değildir. Olayların nedenleri ve sonuçları da hatırlanmalıdır. Bu nedenle ‘’Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’’nın tarihi gelişimini üç aşamada aktarmak istiyorum.
Hazırsanız ilk bölüm ile başlayalım: Neden Ankara’da bir millet meclisinin kurulmasına ihtiyaç duyuldu?
1920’den şöyle 6 yıl geriye doğru gidelim ve neler olmuştu kısaca hatırlayalım: Balkanlarda toprak kaybeden ve Rusya’nın tehditlerine boyun eğmek istemeyen Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’nın kazanacağı ümidiyle 1914 yılında 1. Dünya Savaşı’na dahil olmuştu. Dört yıl süren savaşta Kafkas, Çanakkale, Irak, Filistin ve Kanal cepheleri açılmış Osmanlı İmparatorluğu bazı cepheleri kazanmış olsa bile sonuçta çok büyük toprak ve askeri kayıplar yaşamıştı (1).
Nihayet 1918 yılında imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile halk rahat bir nefes alacaktı ki beklenildiği gibi olmadı. Antlaşmanın yedinci maddesi gereğince İtilaf Devletleri, kendi güvenliklerinin tehlikeye düştüğünü, iddia ederek Osmanlı topraklarını işgale başlamıştı bile (1). Bundan sonrası malumunuz, işgaller... Mondros Ateşkes Antlaşmasına göre halk direnmemeli, ordu terhis edilmeliydi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Halk işgallere boyun eğmedi ve yerel direnişler başladı. Bu direnişlerden birisi de Samsun’da patlak vermişti. Padişah, Samsun’daki karışıklıkları durdurması, bölgeyi incelemesi ve denetlemesi için Çanakkale Kahramanı, Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişi olarak görevlendirdi. Mustafa Kemal Paşa Bandırma Vapuru ile Samsun’a doğru yola çıktı.
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a doğru yol aladursun biz dönelim İstanbul’a. Yahu ne işimiz var İstanbul’da? Bırak şimdi oraları Samsun’dan sonrasına gel dediğinizi duyar gibiyim. Hayır. Hayır. Asıl ‘’Ulusal Egemenliğin Temelleri’’ tam da İstanbul’da atılıyor da onun için Mustafa Kemal Paşa’yı denizin ortasında öylece bırakıyoruz. Biraz sabır.
Milli Mücadele Tarihinde en hızlı ve özet geçilen kısım sanıyorum 1. Dünya Savaşı ile Samsun’a çıkışa kadar olan kısım. Ya da bizim pek ilgimizi çekmiyor belki de… Zaten tam da bu nedenle ulusun egemenliğine sahip çıkamadığını düşünenlerdenim. O zaman hemen konuya girelim: Efendim, Osmanlı Devleti 23 Aralık 1876’dan itibaren mutlaki rejimden meşruti rejime geçiş yapmıştır. Nedir bu meşruti rejim? Bir Padişah devleti yönetmektedir. Ama padişahın yetki ve sorumluluklarını denetleyen iki meclis de yönetime eşlik etmektedir. Meclislerden birisi Meclis-i Umumi adı ile anılır ve bu, milleti temsil eden (o da sadece erkekleri) vekillerinin bulunduğu meclistir. Meclis-i Ayan adı ile anılan ikinci meclis ise padişahın doğrudan kendisinin atadığı danışmanlarının bulunduğu meclistir (2).
İşte tam da burası çok önemli. Yani yarı demokratik bile olsa 1. Dünya Savaşı’na girerken aslında Osmanlı halkı demokrasinin kıyısında yüzüyordu. 1914 yılında İttihat ve Terakki Partisi Hükümeti döneminde savaşa katılınmış. İttihat ve Terakki’nin istifası üzerine 14 Ekim 1918’de kurulan Ahmet İzzet Paşa Hükümet döneminde ise 27 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır (1).
Osmanlı Hükümeti meşrutiyetin kıyılarında yüzedursun gidelim Mustafa Kemal Paşa’yı bıraktığımız yerden takip etmeye devam edelim. Paşamız 1881 yılında doğduğuna göre demek ki o doğduğu zaman mutlaki bir rejim varmış. Memlekette kör topal bile olsa halkın birazcık da olsa iradesi temsil edilebiliyormuş. Fakat Balkan, Trablusgarp, Kafkas yenilgileri sonucu göç ede ede Anadolu’ya sıkışıp kalan halkın ne bu temsiller ne de meşruti rejimler umurundaydı. Nefes almak ve barış gelmesi umudunu kaybeden halk için bir tek gerçek vardı. O da bulunduğu yeri bir daha asla kaybetmemek, toprağını ölümüne savunmak.
İşte Samsun’a gidip oradaki halkı örgütleyen Mustafa Kemal Paşa tam da böyle bir durum ve zamanda harekete geçmiştir. Kötü gibi görünen olaylar hayrımızadır derler ya. Milletin kurtuluşu tam da bu kötü olaylara rastlar. Özetle; yerini, yurdunu, aşını, eşini, çocuğunu kaybeden halkın direnmekten başka çaresi yoktur. Vakit kaybetmeden Amasya ve Havza Genelgeleri ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılır. Misak-ı Milli sınırları belirlenir. Kuvva-i Milliye Cemiyeti adı altında dağınık olan bölgesel direniş hareketleri bir çatı altında toplanır.
Bu sırada İstanbul adım adım işgale yaklaşmaktaydı. 1915-1916 yıllarında askerlerine ölmeyi emreden komutan halkı örgütlerken; bir mezarı bile olmayan körpe bedenlerin düştüğü o küçücük kara parçasının önünden Boğazın serin sularından süzüle süzüle geçerek Dolmabahçe Sarayı’nın karşısına demir atan gemiler, halkta büyük bir üzüntü ve çaresizlik yaratmaktaydı. İstanbul’dan ümidini kaybeden halk, gizlice Anadolu’daki direnişe katılıyordu. Böylece Anadolu’daki direniş ve örgütlenme İstanbul’da meclisin toplanması için bir baskı aracı olmayı başardı.
Anadolu’daki örgüt ise toplanmakta olan meclisin içine kendilerini destekleyecek milletvekillerini sokmanın yollarını arıyordu. Nihayet Felah-ı Vatan Grubu adı ile Mustafa Kemal ve Milli Mücadele’yi destekleyecek bir grup kurulması sağlandı. 12 Ocak’tan 16 Mart 1920’e kadar faaliyetlerini sürdüren 7. Osmanlı Meclisi’nin Sivas Kongresi’nde belirlenmiş olan kararları İstanbul’da da alması bekleniyordu. (1) Neydi bu kararlar? Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandığı sıradaki sınırların Osmanlı ülkesi olduğu, bu sınırlar içinde yaşayanların birbirinden ayrılmayacağı, herhangi bir bölgeye karşı yapılacak saldırı ve işgalde direnişin yapılacağı, Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimler ile Müslüman halkın birlik içinde ve kardeşçe yaşayacağı ve sosyal dengeyi bozacak imtiyazların verilmeyeceği, hilafet ve saltanat makamlarının korunacağı, itilaf devletlerinin Anadolu coğrafyasını paylaşmasına karşı çıkılacağı, devletin ve milletin içte ve dışta bağımsız olması gerektiği, merkezi hükümetin milli iradeyi temsil etmesi, milletlerin kaderlerini ancak milletlerin kendilerinin belirlemesi gerektiği gibi konuları kapsıyordu (3).
İstanbul’da çalışan mecliste her ne kadar Felah-ı Vatan Grubu sayesinde Milli Mücadele’nin sesi duyurulmuş olsa da Sivas Kongresi kararlarının bütünü mecliste kabul ettirilemediğinden bu durum Anadolu’da hayal kırıklığı yaratmıştır. İtilaf Devletleri ise Sivas Kongresi kararlarının hepsi alınmamış olsa bile meclisin aldığı kararları kendi çıkarlarına aykırı bir tehdit olarak görmüş ve 7. Maddeyi uygulamaya sokmuştur. Sonuçta 16 Mart 1920 günü İstanbul işgal edildi. Milletvekilleri ve meclise baskınlar düzenlendi. Kaçabilen milletvekilleri Anadolu’ya geçti. Kaçamayanlar tutuklandı.
Anadolu’da panik ve hayal kırıklığı baş gösterdi. Herkes üzüntü ve çaresizlik içinde iken Mustafa Kemal Paşa gayet keyifli ve olayları soğuk kanlılıkla karşılamıştı. Çünkü bitmiş bir maçın uzatmalarının oynandığının o kadar farkındaydı ki. Yolun sonu ve en karanlık noktasına gelinmişti. Tünelin sonundaki o en karanlık noktaya gelinmişti. Bundan sonra daha gidilecek bir karanlık yoktu. Daha ne olabilirdi? Tabi ki yeni bir meclis, yeni bir başkent, yeni bir devlet. Aydınlık bir yolun ilk adımı. İstanbul’a yakın, etrafı dağlarla çevrili doğal bir güvenlik duvarı olan, üstüne üstlük Anadolu’nun birçok yerinden tren ile ulaşılabilen Ankara o aydınlık yolun ilk adımı olacaktı.
Yararlanılan Kaynaklar:
- Uçar, A. & Prof. Dr. Alp, İ. (Tez Danışmanı) (2011). Son Osmanlı Meclisi ve Falah-ı Vatan Grubu. Trakya Üniversitesi, Sosyal Bil. Ens. Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi
- Kızıltan, Y. I. Meşrutiyetin İlânı ve İlk Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı (2006). Gazi Üniversitesi Dergisi, Cilt 26, Sayı 1 (2006) 251-272
- Atatürk Ansiklopedisi, Sivas Kongresi Kararları, ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/sivas-kongresi/
YARIN: CUMHURİYETE GİDEN YOLUN İLK MİHENK TAŞI: TAŞMEKTEP