Geçen haftadan beri Türkiye ve Dünya gündemi, bomba etkisi yapan Suriye’de yaşanan şok gelişmeler ile meşgul. Bekliyor muyduk? Esad nasıl böyle bir hızlı düşüş yaşadı? İlk aklımıza gelen sorulardı. Aslında 13 yılda yavaş yavaş alıştırıldığımız bu durumun sonra sonra farkına vardık. Savaş görüntüleri ekmek peynir gibi normalleşti göre göre. Şimdi şimdi vatandaş olarak dehşeti ve savaşın yıkımının ayırdına vardık belki de..
Önceleri nasıl varabilirdik ki? Biz zaten ülke içindeki haksız hukuksuzluklara her geçen gün nasıl tepki vereceğimizi bilemezken bir de hurra bir Suriyeli geçici sığınmacı ordusu ile karşılaşmıştık. İşsizlik, yoksulluk, ekonomik krizler belimizi bükerken bir de üzerine işimizi elimizden alan ucuz iş gücü Suriyeli sığınmacılar; Avrupa fonu ile desteklenecek merak etmeyin masalları ile şehirlerin hepsine dağıtılan iş kuran, ev alan ama bir türlü kültürel değerlerimize ve dilimize adapte olamayan onun yerine bizim Arap kültür ve diline adapte olmamızı bekleyen, saygıda kusur etmememiz gerektiğini bize öğütleyenler ile kala kalmıştık yalnız ve mutsuz.
Önce sevdik bağrımıza bastık hepsini. Çocuğumuzun küçülenlerini, evimizde pişen aşımızdan bir tabak neler neler vermedik ki! Ancak, ne var ki gerçeklerin er ya da geç ortaya çıkma gibi bir huyu var. Çok geç anladık onlar sınavsız üniversitelere girebiliyor. Bizim çocuklar sınav stresine devam. Onlar ücretsiz tedavi olabiliyor, ilaç alabiliyor. Bizim emeklimiz, sigortalımız ise sağlık hizmetlerinden ancak maaşlarından kesinti yapılarak yararlanabiliyor. Anladıklarımızı burada yazmaya kalksam sayfalarca sürer. En çok muzdarip olduklarımızı dile getirmeye çalıştım. Şimdi dilerseniz Türkiye nasıl böylesine bir mülteci akının altında kaldı? Şöyle geriye dönüp bakalım. Ama çok yakından bakmayalım olur mu? Sizi Lozan Antlaşmasına kadar götürmek istiyorum. Neden mi? Nedeni anlattıklarımda gizli.
Lozan’a gelene kadar biliyoruz ki Osmanlı’da birçok etnik unsur bulunmaktaydı. Türkmenler, Kürtler, Çerkezler, Araplar, Boşnaklar… liste böyle uzayıp gidiyor. Dini unsurlar açısından bakılırsa ise Müslümanlar, Hristiyanlar, Museviler olarak bir çok gurup bulunmaktaydı.
Anadolu’da Milli Mücadele başladığında Mustafa Kemal daha 1919’lu yıllarda gelmekte olanın farkına varmış olacak ki dağınık olarak bölgesini savunan Kürtler, Boşnaklar, Türkmenler, Yörükler, vs. Müslüman, Hristiyan, Ermeni kim varsa hepsiyle birlikte bütüncül bir savunmaya geçmenin yollarını aramıştı. Bunlardan Müslüman ve az bir miktarda Hristiyan grupları birleştirebildi. Zaten bildiğiniz konuları tekrar burada anlatmayacağım. Amacım birbirine benzerlik gösteren Suriye ve Türkiye’nin kuruluşu sırasındaki farklarını ortaya koyabilmek.
Bugün Suriye bizim kardeşimiz diyenlere cevabım şudur. Evet tarihte yüzlerce yıl birlikte yaşadık. Ama Osmanlı’nın kendince doğru fakat gelişen olaylar karşısında tutturamadığı bir düzen 1. Dünya Savaşı sonrası kaçınılmaz sonunu getirmiştir. Nedir o tutturamadığı düzen? Ulus bilincini yerleştirememesidir. Evet Osmanlı bunu başaramadı. Son dönemlerinde Osmanlıcılık, Türkçülük, Halifelik çatısı altında bütün Müslümanları birleştirmek gibi farklı birçok akıma kulak verdi ama olmadı işte. En başta hükmettiği coğrafyada Türkçe konuşturmayı öğretememişti halklara. Onun yerine Türkçeyi Arapçaya adapte etmeye çalışmıştı. Sonuçta Türklerin bile okuyup yazmakta zorlandığı Osmanlıca adlı bir alfabe ortaya çıkmıştı.
Osmanlı için toprak fethetmek demek. O bölgeyi kendine bağlamak. Bulunduğu bölgeye bir vali atayarak o bölge halkını din, dil, kültürel açıdan serbest bırakma ülküsüne dayanıyordu. Bu, çok uzun yıllar boyunca işe yaramıştı. Ama Fransız İhtilali ile yükselen milliyetçilik akımları artık başka bir şey söylüyordu krallara, padişahlara. Milli bilinç oluşturulmalısınız. Toprak kadar aynı dil ve kültürden beslenenlerin bir arada ulus bilinci ile yaşaması da çok önemlidir diyordu. Ama illaki dil. Aynı dili konuşmak burada ilk şarttı. Böylece ortak kültür gelişebiliyordu.
İşte bugün Suriye’nin başına gelenler tamda budur. Zaman ileri doğru akar. Olaylar ise geçmişe bakılarak yorumlanır. Bu nedenle sizleri taa Lozan Antlaşmasına götürmek istedim: Lozan’da Türk temsilciler önemli bir karar almışlardı. Böylece ellerini zayıflatan Avrupalı devletlerin ellerini boşa çıkarmış oldular: Avrupalı devletler “Azınlık Hakları” adıyla Anadolu coğrafyasında yaşayan etnik unsurların kendi hakları olduğunu savunarak Osmanlı’da yapılan “Islahat Fermanı” benzeri bir madde ile ileriki zamanlarda bölemedikleri Anadolu coğrafyasını da bölmenin bir yolunu arıyorlardı. Ama papazın iki kere aynı pilavdan yemediği (bu deyim de tam yerine mi oturdu ne!) gibi Mustafa Kemal ve İsmet Paşa bu oyunlara gelmedi. Meclis çıkardığı karar ile sadece Müslüman olmayanları azınlık sayacağını belirtti. İşte bu, ulus devletin adım adım kurulacağının en büyük işaretiydi. Bugün her türlü dalavereye rağmen Türk Devleti sapasağlam ayakta duruyorsa işte bu nedenle durmaktadır. Suriye ise içinde bulunan türlü unsuru bir araya getirip millileştirememiş, ulus bilinci yaratamamıştır. Ülkemizde herkesin tepki gösterdiği Suriye’den kaçan, Ege sahillerinde keyif çatıp öz çekim yapan Suriyeli gençlere karşı olumsuz durum da bizdeki milli bilinç ve vatan savunmasını içselleştirmemizden kaynaklanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi’nde meydana gelen sağ sol kavgaları, Alevi Sünni meseleleri, Türk- Kürt çatışmaları hep bu eksende değerlendirilmelidir. Ulus bilinci zayıflatılmamalıdır. Tarih kitaplarından Millî Mücadele dönemi ve Kurtuluş Savaşı dönemi konuları işte bu nedenle azaltılmamalıdır.
Bugün sizlere Suriye’de yaşanan olayların neden bu şekilde bittiğini anlatmaya çalıştım. Ulus bilinci oluşmamış bir toplumdu. Kuruluşundan beri yaşamını sağlam temellere dayanmadan; pamuk ipliğine bağlı sürdüren Suriye, maalesef kendi kaçınılmaz sonunu getirmiştir. Suriye dosyası çok kalın ve katmanlı bir tarihi perspektiften bakılınca anlaşılabilir. Bu konu burada bitmez diyorum ve bugünlük burada noktalıyorum.
Yarın kaldığımız yerden devam etmek üzere. Şimdilik hoşça kalın.