Bugün sizlere üç ayrı konu, bu konuların kesiştiği bir meslekten bahsedeceğim: Öğretmenlik
KURŞUN: Yazının bu bölümüne Atatürk’ün öğretmenler için söylediği, içinde ‘’fikri hür, irfanı hür’’ kelimeleri geçen sözleri ile başlamayı düşünüyordum. Başlayamadım! Yazamadım! Utandım! Hem Atatürk’ ten, hem de ülkemizin yap-boz tahtasına çevrilmiş eğitim sisteminin getirildiği noktadan utandım.
Geçtiğimiz hafta lise son sınıf öğrencisi Irak asıllı bir öğrenci, okul müdürü İbrahim Oktugan’ı silahla yaralayarak ölümüne sebep oldu. Bu olay, ülkemizde bulunan düzenli ya da düzensiz mülteci-sığınmacı sorununa tuz biber ekti. Hiç sanmıyorum ki artık mülteci-sığınmacıya adı her ne ise (bir de vatandaş olmuş, asla ülke hayrına hizmet etmeyen bir güruh var!) öfke duymayan kalmış olsun!
Bu olay, ülkedeki kültürel aşınma ve asla ülke normlarına entegre olmayı başaramayan yabancıların durumunun konuşulması için bir fırsattır. Ben mülteci-sığınmacı adı her ne ise bu gurupların bir an önce ülkelerine gönderilmesi için harekete geçilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Mülteci sorunu, İbrahim öğretmenin ölümünün ardından birkaç kelime ile geçiştirilecek bir olgu değildir. Bu konu ile ilgili araştırmalarım devam ediyor. Mülteci tarihini çok yakında bu köşede sizlerin bilgisine sunacağım.
Bir de olayın kurşun boyutu var. Yani silah! Ruhsatlı ya da ruhsatsız olsun, adı bile ürpertiyor insanı. İnsanlar hele hele reşit olmayanlar silahı nasıl ve nereden bulur! Bu da sormamız ve yüksek sesle karşı çıkmamız gereken ikinci önemli sorundur.
En acı olan ise yetmiş dört yaşında bir öğretmenin öldürülmesi! Yetmiş dört. Evet yanlış duymadınız. İbrahim Oktugan yetmiş dört yaşındaymış. Ben bu olayı şöyle okudum: Ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik koşullar nedeniyle emekli olduğu halde çalışmaya devam etmek zorunda bırakılan bir öğretmen.
Ülkemizdeki vatandaşların öğretmene uyguladığı şiddet yetmiyormuş gibi bir de mültecilerin öğretmenlere uyguladıkları şiddet ile uğraşıyoruz. Ne diyeyim. Sözün bittiği yerde bile değiliz. Söz biteli çok oldu da biz yine de söylemeye devam ediyoruz!
DEPREM: Hepimiz de ezbere biliyorduk aslında. Yarın garantiymiş gibi yaşıyorduk. Hiç aklımıza getirmiyorduk.
1999’un üzerinden çok zaman geçmişti.
2003’ü de pek hatırlamıyorduk.
2011’de üzüldük.
2020’de ise korkunç ama olağan gelmeye başladı depremler! Allah büyüktür. Yarına sağ salim bir çıkalım da, minvalinden yaşıyorduk.
Ta ki 6 Şubat 2023 sabahına kadar!
İnanamadık. Durup düşünüp bir daha baktık televizyonlardaki görüntülere. Yakın gözlüğümüzle bir daha okuduk haber sitelerinde geçen haberi. Korkunç kelimesi bile az kalıyordu yaşanan felaket karşısında. Türkiye’nin güneydoğusu 11 il, şimdiye kadar yaşanan en büyük deprem felaketini yaşamıştı. Milyonlarca aile parçalandı. Çocuklar annesiz babasız kaldı. İşte o çocuklardan birisi de Ela.
Ela, 6 Şubat Depremi’nden büyükannesinde olduğu için kurtulanlardan birisi. Tabi buna kurtulmak denirse! Anne, baba ve kardeşi depremde hayatlarını kaybetti. Annesi Hatay’da bir öğretmenmiş. Anaokulu öğrencileri için bir kitap yazmaktaymış. Depremin hayatlar kadar kitapları da yarım bırakabileceğini öğrendik bu olay ile.
Deprem ülkemizin bir gerçeği. Bunu kabul etmek zorundayız. İstesek de istemesek de gün gelecek o yaşanması gereken depremler olacak. Yaşanacak. Fakat bu felaket karşısında çaresiz değiliz. Yapabileceklerimiz de var! Doğru yere doğru yapılar ile şehirler kurmak.
Şehirleri planlarken evleri, toplanma alanlarını, hastaneleri, okulları kısaca şehri oluşturan yapıları deprem gerçeğini göz önünde bulundurmadan tasarlarsak bir felaket anında sonuçlar korkunç olmaya devam edecek. Dilerim bu son felaket olmuştur. Başka korkunç depremlerle karşı karşıya kalmaz, gözlerimiz yaşlı boğazımız düğüm düğüm gördüğümüz manzaralar karşısında çaresiz televizyon karşısında öylece kalakalmayız!
KİTAP: Bugün üç ayrı konudan bahsedeceğim demiştim.
Bu da üçüncüsü.
Ela’nın annesinin yarım kalan kitabı.
Bazı mutlu haberlere sevinemez insan. Bu, yarım kalan hikayenin tamamlanma öyküsü de onlardan birisi. Depremde hayatını kaybeden öğretmenin yarım kalan kitabını Adana’daki öğretmen arkadaşları tamamlamış. İnsan sevinecekken boğazına gelip yapışan yumru ile nefessiz kalıyor değil mi? Ben de duyunca aynen öyle hissettim. Bu nedenle bugün sizlerin huzurunda Antalya Döşemealtı’nda yaşayan bir gurup kadın arkadaşıma teşekkür etmek istiyorum.
Her biri ikişer üçer tane sipariş ettikleri bu kitabı bölgelerindeki anaokullarına bağışlamak için kolları sıvadılar.
Böyle güzel bir dayanışma örneği gösterdikleri için kendilerine binlerce kez teşekkür. Umarım küçük Ela’nın hüznüne bir miktar merhem olabilirler. Aslında Ela için ne yapsak çare olamayız. Bu o kadar açık ki… Bizimkisi bir avuntu. Karanlığın içinde küçük de olsa bir ışık aramak. Öğrendiğimiz bu hüzünlü gerçeğin içinde gülümseyecek bir an yaratmak.
Keşke yarım kalan kitap olsaydı. Kimse o kitabı sipariş etmeseydi. Okullara bağışlamak için harekete geçmeseydi. O deprem hiç yaşanmasaydı. Türkiye 6 Şubat sabahına gözlerini acıyla, felaketle açmasaydı.
Küçük Ela, annesi ile babası ile kardeşi ile sıcacık yatağında mutlu mesut uyansaydı.