Toplumları oluşturan ailelerdir. Ailenin sağlıklı bireyler yetiştirmesi ve kültürel değerleri koruyup yeni nesle aktarılması ile toplumlar dolayısıyla devletler gelişir, dönüşür. Toplum ne kadar sağlıklı ise devlet o kadar güçlüdür. Devletin gücü toplumun en küçük ögesi olan ailenin doğru yapılanması ile mümkündür. Öncelikle aile, içinde bulunduğu çevrenin değerlerini çok iyi idrak etmiş olmalıdır. Bu, ancak yüreğinde vatan sevgisi kazanmış, sevgi-saygının ne olduğunu bilen, kişilik sınırlarını doğru anlayan anne babalar ile olabilir. Aile içinde demokratik ve eşitlik sağlanmış olmalıdır ki çocuğun da kadının da söz hakkı olabilsin (!)
Hepimiz de toplumun içten içe çürümesinden kültürel değerlerin yozlaşmasından şikayetçiyiz. Bu konuyu yaşadıkları özelinde dile getiren birkaç okuyucum benzer hikayelerini benimle paylaştı. Özel hayatlarını, kalplerini bana açan sevgili okuyucularıma teşekkür ederek bana anlattıkları hikayelerini burada sizler için derledim:
"Ben ülkemizin gelişmiş bir büyükşehrinde doğdum büyüdüm eğitimimi tamamladım. Daha doğrusu eğitimimi yarım bıraktım. Ailemin tek erkek çocuğuyum. Babam çok baskıcı bir karakterdi. Hep son karar onun olsun, hatalı ve kabul edilmez bile olsa onun dediği olsun isterdi. Üç ablam var. Benden önce ablalarım babam ile mücadele ettikleri için ben büyüdüğümde nispeten rahat bir çocukluk geçirdim diyebilirim. Ama baskı ve psikolojik şiddet her zaman vardı. Ben en çok babamla arkadaş olamadığım için üzgünüm. Okulda ilgi alanlarım faklıydı. Matematik yerine resim ve sporu severdim. Karikatür çizmeyi çok severdim. Babam esnaf olduğu için beni hep matematiğe yönlendirmeye çalışıyordu. Üst üste iki sene sınıfta kaldığım için 'bu oğlanın burnu sürtsün bakalım' diyerek beni 15 yaşımda araba tamircisine verdi. Hiç anlamadığım bu mesleği sevmedim. İki sene sonra kendi yanına aldı. Esnaflık yapmak hayallerimde yoktu. Baskın karakterli babama karşı çıktığımda fiziksel şiddet uyguluyordu. Bu nedenle içime kapandım. Annem benim için babamla kavga ederdi. Bunu önlemek için annem üzülmesin diye babamın suyuna gitmeye başladım. Böylece yıllar geçti. İçinde bulunduğum durumu kanıksadım. Fakat hiç mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Yavaş yavaş arkadaşlarımdan koptum. Eğitim hayatımı yarım bırakmam sosyal yaşantımda kendimi geri planda hissetmeme sebep oldu. 30'lu yaşlarımda bu sorunu aşabildim. Aşık oldum. Fakat mutsuz bir aile kurmaktan korktuğum için bu fırsatı da kaçırdım. Gençlere şunu söylemek istiyorum. Korkmayın. Baskıya boyun eğmeyin. Kendinizi yalnız hissetmeyin. Şimdi şimdi anlıyorum. Benim narsist bir babam varmış. Sorunun yıllarca bende olduğuna, zayıf ve tembel olduğuma inandırıldım. Halbuki sevdiğim sporu yapmama izin verilseydi, resim yeteneğim desteklenseydi bugün çok farklı bir hayatım olabilirdi”
"Ben büyük bir şehirde, çok merkezi bir semtte doğdum. Annem ev hanımı babam serbest meslek sahibiydi. İkisi de yüksek eğitim almamıştır. Biri ilk okul mezunu. Diğeri ortaokul terk. 1950'lerde yüksek tahsil o kadar da önemli değildi. Babam çok sert ve şiddet eğilimi olan bir kişiydi. Bir kız kardeşim var. O da okumadı ben de. Ben şiir yazmayı çok severdim. Sesim de güzeldi. Fakat babam bu meziyetlerin meslek sayılmadığını söyleyerek beni mobilya meslek lisesine yazdırdı. Matematiğim iyiydi. El becerilerim de gelişkindi. Mesleğimi severek yaptım. Annem şiir ve müzik konusunda bana gizlice destek olmak istedi. Fakat babam bunu öğrendi. Anneme fiziksel şiddet uyguladı. Bu olaydan çok etkilendim. Annem için babamla savaşmaya karar verdim. Okulu bıraktım. Bir mobilyacının yanında işe girdim. 1999 yılındaki depremde babam göçük altında kaldı. Kız kardeşim ağır yaralandı. Babam öldü. Babam ölünce büyük şok yaşadık. Çünkü annemi emekli edeceğim diye kandırdığı ve ne deprem sigortası ne de normal SSK borçlarını yatırmadığını böylece öğrendik. Hiçbir güvencemiz yoktu. Ayrıca annemi aldattığı ve başka bir kadından da bir çocuğu olduğunu öğrendik. Reddi miras yaptık hiçbir borcu ve diğer çocuğu kabul etmedik. Çalışarak kız kardeşimi evlendirdim. Ben evlenmedim annemin bakımını üstlendim. Zaten yaşım da geçmişti. Annem geçen sene öldü. Babamı bize yaşattıklarından dolayı affetmiyorum. O öbür dünyada ama ben yine de onu affetmiyorum"
"Ben ailemin ortanca oğluyum. Benden büyük bir ağabeyim, bir de küçük kız kardeşim var. Annem okuma yazma bilmeyen bir Anadolu kadını. 1970'li yıllarda köyden kente göç etmişler. Ben büyük şehirde doğmuşum. Evimizden şiddet eksik olmazdı. Babamın metresi olduğunu bilerek büyüdüm. Annem ailenin dağılmamasına inanan, ne olursa olsun çocukları için her türlü şiddete katlanması gerektiğine inanmış saf bir kadındı. Büyük ağabeyim 18 yaşında evlendirildi. Hemen bir bakkalın yanına çırak olarak işe sokuldu. Önümdeki bu örnekler beni çocuk aklımla çok etkilemişti. Ne olursa olsun bari kız kardeşime yardım etmeli okuyup üniversite mezunu olmanın yolunu bulmalıydım. Çünkü başka türlü yoksulluktan kurtulamazdık. Ben ve kız kardeşim hem çalışıp hem okuduk. Kız kardeşim gündüz eğitimi aldı. Ben açıköğretim fakültesinden mezun oldum. Annemi çok seviyorum. En çok ondan ayrı kalmak bizi üzdü. Ben ve kız kardeşim yurt dışında yaşıyoruz. Annem ve büyük erkek kardeşim Türkiye’deler. Babam geçen sene öldü. Geriye yıllarca baskı görmüş hasta bir anne kaldı. Artık Türkiye’ye dönmek istiyorum ama ekonomik nedenlerle dönmüyorum. Burada kazandığım para ile aileme destek olmak çok daha işime geliyor.’’
Hikayelerde bir şey dikkatinizi çekti mi? Hepsi erkek çocuk. Hepsi büyük şehirde yaşayan aileler. Hepsi de ortak bir konudan mağdur. Narsist kişilik özelliği olan baba. Ailesinin birliğini koruması gerektiğini düşünen fedakar güçsüz, tahsili olmayan anne…
Yani anlayacağınız ülkemizin gelişmiş modern dediğimiz şehirlerinde de aynı dramlar farklı şekilde yaşanmaktadır. Bunlar buzdağının altından kendini bir şekilde kurtaranların hikayeleri idi. Ya kurtaramayanlar!