Gençler varsa, umut var!

Söyleşi: Engin Korkmaz

Dünyayı gerçekten de sanat mı kurtaracak?

Ne yazık ki hayır. Şairin dediği gibi güzellik ya da aşk da öyle… Bir ütopyaya sığınıyor, hayalimizi dışa vuruyoruz; ama gerek dünyada gerek de ülkede yaşanan gelişmeler bize tam tersi şeyler söylüyor. Sevgisizlik ve çöl ikliminin tenimize her geçen gün daha fazla yapıştığı; çocukların, kadınların, hayvanların hunharca katledildiği, nefret söyleminin giderek meşrulaştığı bir ortamda, naifliği de aşan bir söylem bu. Yine de yeni bir ülke veya başka bir deniz bulamayacağımıza göre, dilimiz döndüğünce imkânsızı isteyeceğiz. Sorun, Turgay Fişekçi’nin sözleriyle, o muhteşem Yeni Türkü şarkısını aklıma getirdi: “Kendini yok eden gülünç bir dünya bu… Nasıl da güzel oysa…”

Gelecekte Antalya’nın bir sanat şehri olarak anılması mümkün mü sence? Bu konuda da karamsar mısın?

Varoluş nedenimi ortadan kaldırmamak adına, “umutluyum” yanıtını vermek isterim. Ama… Şehir, ülkenin eğitim ve kültür politikalarında yaşadığı başarısızlığın en üst ağızlardan dile getirildiği bir ortamdan azade değil elbette. Gerek kültür ve sanat konularında, gerek de sorun teşkil eden tüm noktalarda karşımıza kocaman harflerle yazılması gereken o kelime çıkıyor: LİYAKAT. Türkiye’nin eğitim tarihine ilişkin çok yerinde bir tespit vardır: Hasan Âli Yücel’in 1946 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alınmasından sonra ülkede işler ters gitmeye başlamıştır. Bu görüşü her noktaya, örneğin Antalya’nın kültür tarihine uyarlayabiliriz. 30’larda Antalya Halkevi bünyesinde yapılan muhteşem etkinlikleri anımsayalım. Aksu Köy Enstitüsü öğrencilerinin 1940’lı yıllarda açtıkları resim sergilerinin bir benzerine 21. yüzyılın ilk çeyreğinde rastlayamıyoruz. Selahattin Başkan’ın (Tonguç) 70’lere damgasını vuran muhteşem Altın Portakal’ına da… Aslında her şey çok açık: Ülke ya da kent, idealist kuşaklarını yitirdi. Paranın tek geçer akçe olduğu, gemisini kurtaranın kaptan sayıldığı bir dünya düzeni, niteliksiz kadrolar eliyle topluma yukarıdan aşağıya empoze edildi. Özellikle 80 sonrasında neler yaşadı, hatırlasana: Kentin simgesi haline dönüşen resim ve heykellerin yok edilmesi emrini veren darbeci subaylar, Venüs Heykeli’ni müstehcen bularak “kübik” forma kavuşturan (!)sanat yönetmenleri, ulusal yarışmayı politik konuşmaları engellemek için bitirenler, Güzel Sanatlar Galerisi’ni o güzelim mekânından sökün edenler, ANSAN’ı kapı dışarı edenler vs. Yaşanan bu dönüşüm, Türkiye’nin hikâyesinden bağımsız değil ne yazık ki…

Öyleyse ne yapmalı?

Bu soruya Muratpaşa Belediyesi’nin katkılarıyla hazırladığımız AntSanat Dergisi’nin sütunlarında yanıt arıyor, “ortak akıl”la tartışıyoruz. 19 Ekim’de, bu yıl 9uncusu düzenlenecek olan Kaleiçi Old Town Festivali’nde gerçekleşecek bir söyleşide konuyu sorgulamaya devam edeceğiz. Dileğim, kentin tüm kültür ve sanat bileşenlerinin merkezinde olacağı tespitlerin ortak bir metne dönüşüp yöneticilere rehber olması. Önceki soruna dönecek olursak, evet karamsarım; ama bu, yeni şeyler denememek ve söylememek için mazeret değil…

Kendi cephemden, “ne yapmalı?” sorusuna verdiğim tek yanıtın gençleri kapsadığını vurgulamak isterim. Ülkenin nüfus yoğunluğu bakımından en büyük beşinci kentinde, gençlere yönelik kayda değer kaç çalışma var? Hiç kimse, yeni kültür politikaları geliştirmek yerine “tasarruf tedbirleri”nin arkasına sığınmasın. 60 yılı aşkın bir süredir Altın Portakal’a imza atan bir şehirde gençlere yönelik bir kısa film festivalinin maliyeti ne kadar yüksek olabilir? Önemli günlerde sahne müzisyenlere ödenen astronomik ücretlerin çeyreğiyle, genç arkadaşların önünü açabilecek şenlikler, yarışmalar düzenlenemez mi? Benzer şeyler, hayata geçirilmesi hiç de zor olmayan ve geçmişte başarılı örnekleri de bulunan liselerarası tiyatro etkinlikleri ya da hobi kurslarıyla karıştırılmaması gereken resim sergileri için de geçerli.

Altın Portakal’dan söz etmişken, önümüzdeki günlerde nasıl bir organizasyonla karşılaşacağımızı düşünüyorsun?

Somut konuşmak için biraz erken; ancak şimdiye kadar yapılanları, olacakların teminatı sayarsak bazı verilere sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Bunlardan en önemlisi şu: Bu yıl kaçıncı festivali izleyeceğiz? Yanıtı elbette biliyorum; ama resmi paylaşımlarda 61 ibaresine rastlayamadım; ortalıkta Altın Portakal 2024 türünden ibareler dolaşıyor. Gerçek şu ki, geçen yıl imza atılan sansür rezaletinden dolayı festival yapılamadı. Tıpkı 1979’da, 16. Festival’de olduğu gibi. 32 yıl sonra, “Geç Gelen Altın Portakal Ödülleri” başlıklı muhteşem bir gecenin sonucunda sansürle hesaplaşıldı. Kısacası toplumun hafızası(szlığı)ndan cesaret alarak atılan adımların tarih karşısında geçerliliği olmuyor. Günün birinde, bugün olmazsa yarın, yapılamayan o 60. Altın Portakal yeniden gündeme gelecek; olanlar herkese hatırlatılacak.

Bu yıl festivale davet edildiğini duyduk.

Doğru. Altın Portakal bünyesinde düzenlenecek çalıştayın, “Türkiye’de Sinema Yayıncılığı” başlıklı oturumuna bir bildiri sunmak üzere davet edildim. Orada, yıllardan bu yana üzerine yazıp çizdiğimiz konuların yeniden gündeme geleceğini umut ediyorum. Tabii bu söyleşiden sonra durum değişmezse! (Gülüşmeler…)

Her zamanki gibi cesur ve ses getirecek bir söyleşi oldu. Teşekkür ederim.

Seninle geçmişte başımızı derde sokan epey sohbetimiz oldu. Bunların arasında, yalanını ortaya çıkardığımız için bize savaş açan büyük sinemacılar bile var! (Gülüşmeler…) Şaka bir yana, bu iğneyle kuyu kazma çabasından dolayı yorgun düştüğümüz, yılgınlığa kapıldığımız zamanlar oluyor. Ama daha önce de söylediğim gibi, AntSanat’ta şiiri ilk defa yayınlanan; sinema eğitimlerimizi can kulağıyla dinleyip kısa filme meyleden ya da bir tiyatro oyununda cesaretini toplayıp yüzlerce kişinin karşısına çıkabilen gençlerle karşılaşınca kendimize reset atıyor, başladığımız o umutlu noktaya dönüyoruz. Bizler geldik, geçiyoruz; ancak her şeye rağmen bayrağı yerde bırakmayacaklar var.